BİRİNCİ MEŞRUTİYET

BİRİNCİ MEŞRUTİYET İLAN EDİLİYOR

Osmanlı Türkler’inde Batı Uygarlığı’na yönelme ve herşeyin üstünde kanun kuvvetinin yer alması fikri, Tanzimat (1839)’la başlar. Devletin adalet, askerlik ve maliyeyle bütün yönetim işlerinin düzenlenmesini öngören Tanzimat hareketi, toplumun bu yeniliklere yeter derecede hazır olmayışı ve Ortaçağ zihniyetinden şaşmayan padişahların ellerindeki sınırsız yetkileri kısıtlamaya yanaşmamaları yüzünden beklenilen olumlu gelişmeyi sağlıyamadı. Ülke içerisinde keyfi yönetim sürüp giderken azınlıkların haklarını koruma bahanesiyle yabancı devletlerin de Babıâli (Hükümet) üzerindeki baskıları gün geçtikçe artıyordu. Tanzimat’ın en olumlu sonucu, Türk aydınlarının bu süre içinde Avrupa kültürüyle ilişki kurmaları oldu. Avrupalıların Yeni Osmanlılar adını verdikleri bu aydınlar, ülkede Meşrutiyet yönetimi kurulması, padişahların keyfi buyruklarına son verilmesi tezini savunuyorlardı. Aralarında büyük devlet adamı Mithat Paşa, Serasker (Başkomutan) Hüseyin Avni Paşa, Şair Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi ünlü kişilerin bulunduğu bu aydınların gerek yurt içinde, gerek yurt dışında yaptıkları kahramanca çabalar sonucu ülkede geniş bir aydınlar kütlesi meydana geldi. Hürriyetten yana olanlar gün geçtikçe çoğaldı. İşte böyle bir ortam içinde ve Mithat Paşa’nın önderliğiyle önce Padişah Abdülaziz (29/30 Mayıs 1876), sonra akıl hastası olduğu anlaşılan yeni Padişah Murat V (1840-1904) tahttan uzaklaştırıldı. Tahta çıkarılan Abdülhamit II (1842-1918), Mithat Paşa ve arkadaşlarına Kanun-u Esasi (Anayasa)’yi kabul edeceğine kesinlikle söz verdi ve bir süre sonra MEŞRUTİYET ilân olundu (23 Aralık 1876). Ama içindeki keyfi yönetim istemlerini sinsice maskelemesini bilen Abdülhamit, toplanan ilk Meclis-i Mebusan (Millet Meclisi) kısa bir süre sonra dağıttı, hürriyet mücahidi Mithat Paşa ve arkadaşlarını ezerek ülkede 33 yıl süren korkunç bir istibdat yönetimi kurdu. Büyük Avrupa devletleriyle Osmanlı İmparatorluğu arasında İstanbul’da düzenlenen konferans devam ederken delegeler ansızın başlayan top sesleriyle irkildiler. O anda, ayağa kalkan Osmanlı Hariciye Nazırı (Dış-İşleri Bakanı) Saffet Paşa, konferans üyelerine karşı yaptığı heyecanlı bir konuşma ile durumu şu cümlelerle açıklıyordu: İşittiğiniz bu top sesleri, Kanun-u Esasi (Anayasa)’nin ilan edildiğini bildiriyor. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti meşruti bir hükümet olmuştur. Artık gereken ıslahatı millet yapacaktır. Paşa’nın bu sözleri, o anda tarihi bir gerçekti. Yeni Osmanlılar yurt içinde ve yurt dışında yaptıkları çetin mücadelelerden sonra birbiri peşinden iki padişahı (Abdülaziz ve Murat V) tahttan uzaklaştırmış, bunların yerine kanun egemenliğine saygı göstereceğine, meşrutiyet yönetimini kuracağına söz veren Abdülhamit II’yi padişahlığa getirmişlerdi. Yeni padişahın verdiği şeref sözünü tutacağına inandırıcı önemli davranışları oluyordu. Abdülhamit, tahta geçer geçmez, hemen Mithat Paşa’nın başkanlığında bir komisyon kurdurmuş ve Kanun-u Esasî’nin hazırlanmasını istemişti. Ömrünü birbirinden üstün yurt hizmetleriyle geçiren Mithat Paşa (1822-1884), devletin tek kurtuluş çaresinin, ilkeleri kanunlarla sınırlanmış bir meşrutiyet yönetimi olduğuna inanmıştı. Buna temel olacak Kanun-u Esasi taslağını da daha Tuna Valiliği sırasında hazırlamıştı. Bu yüzden komisyon kendisine verilen görevi kısa bir süre içinde yerine getirmekte güçlük çekmemişti. İşte ünlü İstanbul Konferansı’nın toplandığı gün Padişah Abdülhamit, Türk tarihinde önemli bir yeri olan Osmanlı Kanun-u Esasisi’ni kabul etti ve böylece meşrutiyet yönetimi kuruldu (23 Aralık 1876). Halk, sevinç içinde meşrutiyeti kutluyor, yeni padişaha ve hürriyet kahramanı Mithat Paşa ile arkadaşlarına saygı ve sevgi gösterilerinde bulunuyordu. Ama ne top sesleri, ne halkın coşkunluğu, ne de Kanun-u Esasi’nin ilân edilmesi İstanbul Konferansı’na katılan delegeler üzerinde bir etki yaptı. Onlar, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanan Sırbistan ve Karadağ’dan Türk askerlerinin çekilmesini, Bulgaristan, Bosna ve Hersek’e bağımsızlık verilmesini istiyorlardı. Bu yabancı isteklerinin Osmanlı Hükümetince kabul edilmemesi üzerine konferans, bir sonuca ulaşmadan dağıldı. Böylece bütün bu ayaklanmaları kışkırtan Rusya İle Osmanlılar arasında bir çatışmanın çıkması da kesin bir tehlike durumunu aldı.

İLK MECLİS-İ MEBUSAN (MİLLET MECLİSİ)’IN AÇILIŞI

Kanun-u Esasî’yi kabul eden Abdülhamit, kısa bir süre sonra ilk Meclis-i Mebusan (Millet Meclisi) da toplantıya çağırdı. Padişah, Meclis-i Mebusan’a bir saygı gösterisinde bulunmak amacıyla ilk toplantının kendi oturduğu Dolmabahçe Sarayı’nın ünlü kabul salonunda yapılmasını da uygun görmüştü. Bütün bunlar Türk tarihinde eşi görülmemiş yeniliklerdi. Halk, sonsuz bir sevinç içinde bu mutlu olayları kutluyordu. Toplantının yapılacağı büyük salona Topkapı Sarayı’ndaki tarihi altın taht kurulmuş, olağanüstü hazırlıklar tamamlanmıştı. Tahtın sağ tarafında Sadrazam (Başvekil) ile Vükelä (Bakanlar), sol tarafında ise Şeyhülislâm (Din işlerinin en yüksek görevlisi) Hasan Hayrullah Efendi ve din adamları yer almışlardı. Mebuslar (Milletvekilleri) ve Ayan üyeleri (Senatörler) altın tahtın tam karşısında sıralanmışlardı. Abdülhamit, açılan bir kapıdan ağır ağır ilerleyerek tahtın önüne kadar geldi; sonra elinde tuttuğu ve içinde ilk Meclis-i Mebusan oturumunun açış konuşması bulunan yazılı kağıdı Başkâtip Sait Paşa’ya verdi. Sait Paşa tarafından okunan bu nutukta Abdülhamit II, iç ve dış politika ile İlgili görüşlerini şu cümlelerle belirtiyordu: Devleti Aliyemizde birinci defa olarak içtima eden Meclis-i Umumi’yi küşad etmekle beyanı memnuniyet ederim. Cümlenizin malūmudur ki devlet ve milletlerin terakki ve şevketi ancak adalet vasıtasiyle olur. Nutukta bundan sonra Padişah Mahmut II’nin Batı Uygarlığı’na ilk kapıyı açmış olduğu, Abdülmecit in de Tanzimat hareketinin önderi olduğu anlatılarak devlet borçlarına değiniliyor ve günün konusu olan Sırp ve Karadağ olaylarından söz edilerek: Avrupa devletleriyle münasebatı dostane ve hüsnü muaşeretin arzu edildiği belirtiliyordu. Abdülhamit II’nin Dolmabahçe Sarayı’nın büyük kabul salonunda yaptığı bu konuşma ile Türkiye’de ilk Meclis-i Mebusan resmen açıldı (19 Mart 1877). Halk, devlet yönetiminde yapılan bu önemli yeniliği, yüzyıllarca hürriyete susamış insanlar olarak büyük sevinçle kutluyordu. Her yanda şenlikler yapılıyor, yaşasın hürriyet sesleri göklere yükseliyordu. Mebuslar bundan sonraki toplantılarına Sultanahmet’teki Nafia (Bayındırlık) Dairesi’nde devam edecekti. Meclis Başkanlığı’na Ahmet Vefik Efendi (Paşa) seçildi. Buradaki ilk toplantıda kürsüye gelen Mebuslar: Padişaha ve yurduma ve Anayasa ilkelerine ve bana verilen göreve uyacağıma, bunun dışındaki davranışlardan sakınacağıma yemin ederim cümleleriyle yemin ettiler.

1877-1878 OSMANLI RUS SAVAŞI

Mithat Paşa, Abdülhamit tarafından sadrazamlığa (Başbakanlık) getirildi (26 Kasım 1876). Mithat Paşa’nın amacı kanunların yurttaşlar arasında hiçbir ayrıntı gözetilmeksizin uygulanmasıydı. Ama onun bu tutumu başta yetkilerini kaybetme korkusunda olan Padişah ile çıkarları tehlikeye girenleri kuşkulandırıyordu. Bunlar, el altından Mithat Paşa’nın aleyhine sinsice bir çabaya giriştiler. Bu sıralarda Avrupa devletlerinin Osmanlı Hükümeti üzerindeki baskısı çok artmıştı. İstanbul Konferansı’nda umduklarını elde edemeyen Ruslar, ansızın savaş İlan ettiler (24 Nisan 1877). Ülkenin durumu böyle bir savaşa elverişli değildi. Siyasi kıskançlıklar, hattâ ihanetlerin yanısıra ordu da yeter derecede hazırlıklı olmaktan uzaktı. Ama devletin şeref ve onurunu gözönünde bulunduran Mithat Paşa, savaştan kaçınmamaya kararlıydı. Avrupa devletlerinin de Rusları Osmanlı Türkleri’ne karşı başıboş bırakmıyacaklarına inanıyordu. Türkiye Tarihi’nde 93 Savaşı adıyla anılan 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı, Rus Orduları’nın Romanya ve Kafkasya üzerinden Türk topraklarına saldırmasıyla başladı. Tuna’yı geçen düşman, Plevne Kalesi önünde Gazi Osman Paşa’nın kahramanca savunmasıüzerine bir süre durduruldu. (Bk. Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa. Resimli Bilgi, Sayı: 17, sayfa: 266-267). Kafkasya’dan ilerleyen Rus’lara karşı Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki Türk Ordusu, Erzurum Bölgesi’nde şanlı savaşlar veriyordu. Ama bütün bu kahramanca dayanışmalarla birlikte üstün Rus kuvvetlerinin ilerlemesi durdurulamadı. Rus’lar, Yeşilköy’e kadar ilerlediler. Bu durum karşısında telaşa kapılan Abdülhamit II, İngiliz’lerin de aracılığıyla Rus’larla Ayastafanos (Yeşilköy) Antlaşması’nı imzaladı (3 Mart 1878).

MİTHAT PAŞA’NIN AZLİ

Rus’larla savaş devam ederken Abdülhamit, savaşa girmekten sorumlu gördüğü Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan uzaklaştırdı (5 Şubat 1877). Gerçekte ise Padişah, Mithat Paşa’nın hür fikirlerinden ve onun halk arasındaki geniş sevgisinden çekiniyordu. Mithat Paşa, bir gece bindirildiği bir vapurla Avrupa’ya sürüldü. Paşa, Roma ve Paris yoluyla İngiltere’ye gitti. Osmanlı Rus Savaşı’nın sona ermesi üzerine de yurda dönmesine izin verildi. Önce Girit’te göz altına alındı, sonra da Suriye ve İzmir Valilikleri’ne atandı.

ABDÜLHAMİT, MECLİS-İ MEBUSAN’I (MİLLET MECLİSİ) KAPATIYOR

Mithat Paşa’nın yurt dışına sürülmesinden birkaç gün sonra Abdülhamit, keyfi yönetimine engel olan Meclis-i Mebusan’ı bir daha toplanmamak üzere kapattı (13 Şubat 1878). Böylece Tanzimat’la başlamış bulunan Hukuk Devleti’ne doğru yönelme hareketi duraklamış, Mithat Paşa ve arkadaşlarının çabalarıyla gerçekleştirilen Meşrutiyet Yönetimi de yerini uzun yıllar sürecek olan Abdülhamit’in baskı yönetimine bırakmış oldu. Keyfi yönetimine hiçbir engel kalmayan Abdülhamit, Yıldız Sarayı’na çekildi. Padişah, Kanun-u Esasi’yi resmen kaldırmamıştı, ama tahtta bulunduğu uzun yıllar boyunca meşrutiyet ilkelerini bütünüyle çiğnemekten çekinmedi. Hükümetin başına kendi güvendiği kimseleri atadı. Ülkede her türlü söz, yazı ve toplanma hürriyetlerini yasakladı. Gazetelerin yayınlarına sansür (denetleme) koydu.

MİTHAT PAŞA’NIN ÖLDÜRÜLMESİ

Abdülhamit, kendisi için tehlike saydığı Hürriyet Kahramanı Mithat Paşa’yı ortadan kaldırmak üzere yeni komplolar hazırlamakta gecikmedi. Padişahlığının beşinci yılında, Mithat Paşa ile Damat Mahmut ve Nuri Paşaları, Abdülaziz’i öldürmekle suçlandırdı. Bu suçlama üzerine o sırada İzmir Valisi bulunan Mithat Paşa tutuklu olarak İstanbul’a getirildi. Abdülhamit, Mithat Paşa ve arkadaşlarını Yıldız’daki Çadır Köşkü’nde toplanan özel bir mahkeme önüne çıkarttı. Günlerce süren bu yargılamada, Mithat Paşa’nın savunması çok ünlüdür. Paşa, kendisinin ve arkadaşlarının Abdülaziz’i öldürdükleri hakkındaki delillerin hepsini çürüttü. Ama Abdülhamit, bu konuda peşin kararını vermiş bulunuyordu, özel mahkeme onun isteğine boyun eğerek Mithat Paşa ve arkadaşlarını ölüm cezasına çarptı. Abdülhamit, bu kararı aldırmakla birlikte halkın tepkisinden çekiniyordu. Bu korku sonucu ölüm cezalarını sürgün cezası olarak değiştirdi. Böylece Mithat Paşa ve Damat Mahmut Paşa, İmparatorluğun çok uzak bir köşesi olan Arabistan’daki Taif Kalesi’ne sürüldüler (1881). Bu arada yüksek okul öğrencileri arasında yayılmış olan hürriyet fikirlerini de söndürmek için Abdülhamit sıkı tedbirlere başvurdu, birçok genci zindanlara attırdı. Ama bütün bu tedbirler, Mithat Paşa ve arkadaşlarının aşıladığı hürriyet fikirlerini söndürmek şöyle dursun büsbütün körükledi. Mithat Paşa taraftarlarının gün geçtikçe çoğalmasına sebep oldu. Bu durumdan çok ürken Abdülhamit, gizli bir emirle Mithat Paşa ve Damat Mahmut Paşa’yı boğdurttu (1884).