KURTULUŞ ve EGEMENLİK SAVAŞI’mızın muzaffer Başkomutanı GAZİ MUSTAFA KEMAL (ATATÜRK), yeni Türk Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanlığına seçildikten (29 Ekim 1923) sonra her alanda geri kalmış yurdumuzun hızla kalkınması için gerekli çabalara girişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişteki bütün geriliklerden arınması, Batı Uygarlığı’nın gerçek anlamıyla yurdumuzda uygulanması O’nun en büyük amacıydı. Tasarladığı devrimleri başarmak için hazırlıklara koyuldu.
TÜRK TARİHİNİN DEVRİMLER ÇAĞI
Dört yıl süren Kurtuluş ve Egemenlik Savaşı boyunca düşmanların baskılarına boyun eğmekten başka bir şey düşünmeyen Padişah Vahdettin (Mehmet VI), Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla tahtından uzaklaştırılmış (1 Kasım 1922), üzerinde yalnız «Halife»lik sanı bırakılmıştı. Böylece 600 yıl süren Osmanlı Saltanatı da tarihe karışmış oldu. Türk Milletine karşı işlediği büyük suçun tarihî sorumluluğu karşısında daha fazla direnemeyeceğini anlayan Vahdettin, bir gece gizlice bindiği bir İngiliz savaş gemisiyle yurdumuzdan ayrılınca (17 Kasım 1922), Halife’lik görevi Osmanoğulları soyundan Abdülmecit Efendi’ye verildi. Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nce yeni Halife’ye yapılan bir bildiride, kendisinin hükümdarlıkla ilgili hiçbir yetkisi kalmadığından yalnız «Müslümanların Halifesi» sanını kullanabileceği bildirildi. Ama kendisine Halife sanı verilen Abdülmecit Efendi, bir süre sonra birçok yersiz davranışta bulunarak bütün yurttaşların dikkatini üzerinde toplamakta gecikmedi. Tıpkı padişahlar gibi gösterişli alaylar düzenleyerek Cuma namazlarına katılıyor, «Abdülmecit bin Abdülaziz Han» sanıyla yayınladığı bildirilerde düşük Osmanoğulları’yla bir bağlantı kurma çabaları gösteriyor, el altından kışkırtmalara yelteniyordu.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
Bu tutum, yeni Türk Devleti’nin «Egemenlik kayıtsız, şartsız ulusundur» ilkesini tehlikeye düşürecek nitelikteydi. Olayları dikkatle izleyen Gazi Mustafa Kemal, yurdumuzda yapmayı tasarladığı laiklik (din işlerinin devlet işlerinden ayrılması) devrimi için bir engel saydığı halifeliğin artık kesinlikle kaldırılması zamanı geldiği kanısına vardı. Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında O’nun işaret ettiği bu önemli konuyu ele alan milletvekilleri, halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanoğulları soyunun da yurdumuzdan çıkarılmasına karar verdi (3 Mart 1924). Bu tarihi karardan bir gün sonra son Halife Abdülmecit Efendi ile bütün Osmanoğulları ailesi sınırlarımızı terkedip gittiler. Gazi Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesinden sonra yeni Türk Devleti’nin ilk önemli devrimi böylece gerçekleştirildi. Bu, dini etkilerden uzak, çağdaş hukuk devleti anlayışına doğru atılan büyük ve tarihi bir adımdı.
ÖĞRETİM, EĞİTİM VE LAİKLİK DEVRİMİ
Büyük Millet Meclisi’nde halifeliğin kaldırıldığı tarihi oturumda kabul edilen bir başka kanunla Osmanlı çağının genç dimağları yıpratan medrese ve mahalle okulları öğrenimine de son verildi. «Hayatta en hakiki mürşit ilimdir» diyen Gazi Mustafa Kemal, kurulması öngörülen devlet okullarında eski usullerle din öğretimi yapılmasını läiklik anlayışına aykırı buluyordu. Böylece hazırlanan yeni programlarla devlet okulları açıldı. 7-14 yaşlar arasındaki çocukların ilkokullara devam etmeleri zorunluluğu konuldu. Bu arada «Şer’iye ve Evkaf» (Din işleri ve Vakıflar) Bakanlığı da kaldırılarak devletin laikliği yönünde ileri bir adım daha atıldı (3 Mart 1924). Ama Anayasada yer alan «Devletin dini islâmdır» maddesi daha sonraki yıllarda kaldırıldı (1928).
KIYAFET DEVRİMİ
Gazi Mustafa Kemal, Türkiye’nin kalkınma dâvasının Batı Uygarlığı’na girmekle gerçekleşebileceği kanısındaydı. Kültür ve günlük yaşayışı bir bütün olarak gördüğünden, Türk halkının da giyim ve kuşamından başlayıp her alanda batıya yönelmesi için gerekli devrimleri hızla yapmak kararındaydı. Bir gün ansızın Ankara’dan Kastamonu’ya giden (24 Ağustos 1925) Büyük Kurtarıcı’nın kendisini karşılayan halkı, başından çıkarmadığı panama şapkayla selâmlaması bu konudaki kararının bir işareti sayıldı. Kastamonu’da halka şapka giymenin amaç ve anlamını anlatırken «Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır» diyen Gazi, buradan gittiği İnebolu’da şu açıklamayı yaptı: «Medeni ve beynelmilel kıyafet milletimiz için uygun bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kıravat, ceket ve bittabi bunların mütemmimi olmak üzere başta siperi şemsli serpus; bunu açık söylemek isterim, bu serpuşun ismine şapka denir.» Gazi Mustafa Kemal, bu arada kadınlarımızın da uygarlıkla bağdaşmayan giyim ve tutumlarını ele alarak şu ilginç açıklamayı yaptı: «Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki başına bir bez veya peştemal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mâna ve medlülü nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal, milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi lazımdı1r.»
TEKKELERİN, ZAVİYELERİN KAPATILMASI
Gazi Mustafa Kemal, bu tarihî gezi sırasında çok önemli bir konuyu daha ele aldı: Yüzyıllardanberi Türk toplumunun gelişmesini önleyen, din perdesi altında halkı sömüren şeyhlerin, dervişlerin içyüzleriyle bunların yuvalandıkları tekkelerin, zaviyelerin, türbelerin yeni Türk Devleti’nde yerleri olmadığını kesinlikle belirterek dedi ki: «Tekkeler behemehal kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti her şubede irşatlarda bulunacak kudreti haizdir. Hiçbirimiz tekkelerin İrşadına muhtaç değiliz. Biz medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz. Başka bir şey tanımayız. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır. Halbuki halk aptal ve meczup olmamaya karar vermiştir.»
ATATÜRK VE DAİMİ REİSİCUMHURLUK
Atatürk’e daimi reisicumhurluk teklif edildiğinde, O büyük adam, bu teklifleri kabul etmeyerek şöyle demişti: «Bana ötedenberi kaydı hayat şartiyle reisicumhurluk ve buna mümasil tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Efkârı umumiye bilmelidir ki bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim gayem, Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hâkimiyetini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Kaydı hayat şartiyle reisicumhurluk gibi bir teklifi, benim idealimi rencide eden bir mânada telâkki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin mânasını, beni iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder.» Gazi Mustafa Kemal, bu tarihî gezisinden Ankara’ya döndüğü zaman kıyafet devrimi konusunda yaptığı uyarma bütün yurtta olumlu yankılar meydana getirmiş, kendisini karşılayanların çoğunluğu başlarına uygar toplumlara yakışan şapkalar giymişlerdi. Gazi’nin parmak bastığı bu konular üzerinde duran Büyük Millet Meclisi, tekkelerin, zaviyelerin kaldırıldığı, devlet memurlarının fes, kalpak ve benzeri başlıklar giymelerinin yasaklandığını bir kanunla kabul etti (2 Eylül 1925). Kıyafet Devrimi’nin bir süre sonra da bütün Türk halkına uygulanmasıyla ilgili kanun çıkarıldı (25 Kasım 1925).
MEDENİ KANUNUN KABULÜ VE YENİ DEVRİMLER
Batı Uygarlığı’yla sıkı İlişkiler kuran yeni Türkiye Devleti’nin, Osmanlı çağında kullanılan hicri takvimi devam ettirmesi, birçok çelişmeye yol açıyordu. Gazi’nin, her yönde Batılılaşma ilkesinin yeni bir adımı daha atılarak bugünkü uluslararası takvim ve saat kabul edildi (26 Aralık 1926). Bütün bu devrimler gerçekleştirilirken Türk toplumunun dinî geleneklere dayanan bir hukuk anlayışı içinde yönetilmesi düşünülemezdi. Gazi’nin buyruğuyla İsviçre Medeni Kanunu’nu inceleyen 26 kişilik bilginler heyeti 14 ay süren çalışmalardan sonra «Türk Medeni Kanunu Tasarısı»nı hazırladı. Büyük Millet Meclisin ce kabulünden (17 Şubat 1926) 6 ay sonra yürürlüğe giren bu kanunla Türk halkı arasında zengin, fakir, kadın, erkek ayrıntıları kaldırılmış herkese eşit haklar sağlanmıştı. Türk kadınlarını yüzyıllarca süre erkekler karşısında küçülten, haklarını kısıtlayan Ortaçağ gelenekleri Medenî Kanun’la yıkılmış, geleceğin kuşaklarını yetiştirmekle görevli annelere toplumda şerefli bir yer verilmişti. Gazi Mustafa Kemal’in bu konudaki görüşü de son derece önemli ve ilginçtir. Büyük Kurtarıcı: «Bugünün levazımından biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Binaenaleyh, kadınlarımız da âlim ve mütefennin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Kadınlar içtimai hayatta erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı olacaklardır.» Gerçekten de kadınlarımıza verilen haklar zamanla daha da genişletilmiş, önce Belediye (1930), sonra da milletvekilleri seçimlerinde oy kullanma ve seçilme haklarına kavuşmuşlardır.
CUMHURİYET ÇAĞINDA SİYASİ AKIMLAR
Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Gazi Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği Sivas Kongresi’nin (4 Eylül 1919) kararları arasında «Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin kurulması da önemli bir yer tutar. Savaş süresince Büyük Millet Meclisi’nin içinde ve dışındaki çalışmalarıyla büyük yarar sağlayan bir siyasî dernek, Lozan Konferansı’ndan (23 Temmuz 1923) sonra çeşitli fikir ayrılıklarına sahne oldu. Bu durum karşısında yapacağı devrimlerin engelleneceğini dikkate alan Gazi, kendi ilerici fikirlerinden yana olan milletvekilleriyle birlikte «Halk Fırkası» adıyla yeni bir siyasi parti kurdu (9 Eylül 1923). Böylece hızlı ve köklü devrimler yapılmasından yana olanlarla bu görüşe katılmayanlar Büyük Millet Meclisi’nde iki ayrı grup meydana getirdiler. Büyük Millet Meclisi’nin şiddetli tartışmalara sahne olduğu bu dönemde, çoğunluğu Gazi’nin buyruklarına uyan milletvekillerinin kararıyla Anayasamızda Cumhuriyet ilkelerinin gerektirdiği ilk önemli değişiklikler yapıldı (24 Mayıs 1924). Halk Partisi’nin karşısında yer alan grup ise Cumhuriyet yönetimine bağlılığını açıklamakla birlikte «läiklik» ilkesi konusunda karşıt fikirler savunuyordu. Böylece Kâzım Karabekir Paşa’nın başında bulunduğu «Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası» kuruldu (17 Kasım 1924). İki siyasi partinin Meclis’te başlayan mücadelelerinin etkileri kısa bir süre içinde yurdun her yanına yayıldı. Böyle bir ortam içinde ve yabancıların da desteğini sağlayan Şeyh Sait adında bir gericinin doğu illerimizde başına geçtiği ayaklanma patlak verdiyse de (15 Şubat 1925), Türk ordusunun hemen harekete geçmesiyle kısa bir süre içinde bastırıldı. Bu ayaklanmaya katılanlarla devrimleri baltalamak isteyenler Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılan «Takrir-i Sükün Kanunu» (4 Mart 1925) hükümlerine göre kurulan «İstiklal Mahkemeleri»nde şiddetle cezalandırıldılar. Bu arada hükümet, «Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası»nı kapatmak zorunda kaldı (3 Haziran 1925). Ama yurdumuzdaki baş döndürücü gelişmelerden hoşlanmıyanlar, bütün devrimlerin öncüsü, devletin kurucusu ve Kurtuluş Savaşı’mızın kahraman Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal’i ortadan kaldırmak gibi çılgınca bir yola saptılar. Bir yurt gezisine çıkan Büyük Kurtarıcı’yı İzmir’de öldürmek için hazırlanan şebeke, tarihin bu en iğrenç suçunu işlemeye fırsat bulamadan, ellerindeki silah ve bombalarla suç üstünde yakalandılar (16 Haziran 1926). Bu beklenmeyen soysuzluk, bütün yurtta şiddetli tepkilere yol açtı. Türk halkı Büyük Kurtarıcı’ya karşı girişilen bu alçakça hareketi nefretle anarak O’na karşı sonsuz bağlılıklarını bildirdi. Halkın içten gelen bu sevgi ve saygılarından son derece duygulanan Gazi, İzmir’den yayınladığı bir bildiriyi şu tarihi cümlelerle bitiriyordu: «Benim nâçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidar olacaktır.»
GAZİ’NİN BÜYÜK NUTKU
Bu olayların yatışmasından sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin Ankara’da toplanan İkinci Büyük Kongresi’nde Gazi Mustafa Kemal, günlerce süren (15-23 Ekim 1927) ünlü tarihi konuşmasını (Büyük Nutuk) yaptı. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918)’nı izleyen olayları, Osmanlı padişah ve hükümetlerinin yanlış tutumlarını, bunların saldırgan düşman kuvvetleri karşısındaki yüz kızartıcı davranışlarını, Kurtuluş ve Egemenlik Savaşı’nın Büyük Zafer’e kadar geçen bütün siyasî ve askerî yönlerini belgelerle açıkladı. Bu nutuk, her dönemi şanlı olaylarla dolu yakın tarihimizin eşsiz bir belgesi olduğu kadar devrimci «Atatürk Gençliği» için de değeri kuşaktan kuşağa artacak önemli öğütleri kapsar.
YENİ TÜRK HARFLERİNİN KABULÜ
Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerin en önemlilerinden birisi de yeni Türk harflerinin kabulüdür. (Bu konuda geniş bilgi için Resimli Bilgi sayı 53, sayfa 864-865’e bakınız.)
SERBEST CUMHURİYET FIRKASI VE GERİCİLİK OLAYLARI
Cumhuriyet yönetimini bütün demokratik kurumlarıyla yurdumuzda gerçekleştirme amacını güden Gazi, yeni siyasi partilerin kurulması ve Meclis’te siyasi denetlemenin sağlanmasını yürekten istiyordu. Bu amaca varmak için yakın arkadaşı ve eski başbakanlardan Ali Fethi Okyar’ın kurduğu (Ağustos 1930) «Serbest Cumhuriyet Fırkası» adı verilen partiyi destekledi. Bu arada Büyük Millet Meclisi’ne yeni partiden yana olan milletvekillerinin de girebilmeleri için seçimlerin yenilenmesi kararlaştırıldı (4 Mart 1931). Cumhuriyetçi, milliyetçi ve läik ilkelere dayanan bu partinin iktisadi görüşü liberaldi. Böylece başlayan seçim mücadelesi, ne yazık ki kısa bir süre içinde gerçek amacından saparak gericilerin üzücü kargaşalıklar çıkarmalarına sahne oldu. Durumun tehlikeli sonuçlara yöneldiği görülünce herbirisi ülkücü ve aydın devlet adamlarından meydana gelen bu partinin kurucuları, kendi istekleriyle Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kapatmak zorunda kaldılar (17 Kasım 1930).
YENİ KURUMLAR, HER ALANDA GELİŞMELER
Cumhuriyet çağına gelinceye kadar yurdumuzda bilimsel anlamıyla milli bir tarihimiz mevcut değildi. Okullarda öğretilen tarih dersleri 600 yıllık Osmanlı soyuna bağlanan olayların birer derlemesi niteliğindeydi. Yüzyılların ötesinde bir derinlik ve zenginlik hazinesi olan Türk Tarihi ise karanlıklar içindeydi. «Bu milletin sath-ı arzdaki vüs’ati nisbetinde saha-i tarihte de derinliği vardır» diyen Gazi, gerçek kaynak ve belgelere dayanarak milli tarihimizi aydınlatmak amacıyla bugünkü «Türk Tarih Kurumu»nu kurdu (15 Nisan 1931). Aynı milli duygularla Türk dilini yabancı kural ve kelimelerin saldırılarından arıtıp uygar bir dil değerini kazandırmak gerekçesiyle bugünkü «Türk Dil Kurumu»nu meydana getirdi (12 Temmuz 1932).
ATATÜRK SOYADI
Hayatı boyunca Türk Ulusu’na yaptığı hizmetleri gözönüne alan Büyük Millet Meclisi, Türk vatandaşlarının birer soyadı aldığı sırada (Soyadı Kanunu: Kabul tarihi 21 Haziran 1934) kabul ettiği özel bir kanunla ulus adına Gazi Mustafa Kemal’e ATATÜRK soyadını verdi (24 Kasım 1934).
YENİ TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
Kurtuluş Savaşı’mızın sağladığı tarihî zaferle yurdumuzu düşman saldırılarından kurtaran Gazi, Türkiye’nin Lozan Antlaşması’yla çizilen milli sınırları dışında hiçbir milletin toprağında gözü olmadığını «Yurtta sulh, cihanda sulh» parolasıyla bütün dünyaya ilan etti. Sağlanan bu barış dönemi içinde İngilizlerle devam eden Musul anlaşmazlığı Ankara’da yapılan bir sözleşme (5 Haziran 1926) ile giderildi. İtalyan’larla karşılıklı bir saldırmazlık ve tarafsızlık antlaşması imzalandı (30 Mayıs 1928). Gazi Mustafa Kemal’in izlediği barışsever dış politika, yabancı devletlerin de güven ve saygılarını toplamakta gecikmedi. Bunun başarılı bir sonucu olarak Türkiye’nin de Cenevre’deki Milletler Cemiyeti’ne eşit haklarla girmesi kabul edildi (18 Temmuz 1932). Komşu devletlerle barışçı ve dostça ilişkiler kurulması amacıyla Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’nın da katılmalarıyla Balkan Paktı imzalandı (9 Şubat 1934). Bu arada Afganistan ve İran hükümdarlarının yurdumuza yaptıkları resmi ziyaretlerden sonra Irak’ın da katılmasıyla dörtlü «Saadabat Paktı» kuruldu (9 Temmuz 1937). Atatürk’ün hayatta bulunduğu süre içinde yeni Türkiye’nin sağladığı en önemli siyasî zaferlerden birisi de Montrö Boğazlar Antlaşması’dır. İlgili bütün devletlerin katıldıkları bu konferansta, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın denetim ve korunmaları konularında Türkiye’ye egemenlik hakkı tanındı (20 Temmuz 1936).
İKTİSADİ ALANDA HIZLI KALKINMALAR
Yurdumuzda yüzyıllarca süredenberi özlemi duyulan barış dönemi sağlanmakla birlikte Atatürk, gerektiği zaman «İstiklâl ve Cumhuriyetimizin» korunması amacıyla kara, hava ve deniz kuvvetlerimizi modern silâhlarla donatarak dünyanın en güçlü ordularından biri durumuna getirmekte de geri kalmadı. O’nun görüşüyle «Muharebe yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değil, milletlerin çarpışmasıdır.» Bu amaçla yurdumuzun iktisaden kalkınmasına büyük önem verdi. Yeni yeni fabrikalar kurup demiryolları, limanlar, barajlar yapılmasını sağladı. Atatürk: «Siyasî ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilemezse husule gelen zaferler pâyidar olamaz, az zamanda söner.» inancındaydı. Büyük Kurtarıcı, bu arada tarım alanında modern araçların kullanılmasını öngörüyor ve yurt kalkınmasının her şeyden önce köylümüzün hayat şartlarının yükselmesiyle gerçekleşebileceğine inanıyordu. O, bu konudaki inancını bugün de bütün gerçekleriyle devam eden aşağıdaki cümlerle açıklıyordu: «Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür.»
